2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sait Faik'le hayali bir röportaj

Yazmak, bir hırstan başka nedir ki?

Hatice Ezgi Özçelik

1906 yılında Adapazarı’nda doğup, 11 Mayıs 1954 yılında İstanbul’da ölen büyük hikayeci Sait Faik Abasıyanık’ı,  hikayelerinde yaşattığı sevgili Ada’sının sadık ve hayran bir sakini olarak,  hikayelerinden, mektup ve makalelerinden alıntıladığım -anlamlarında bir değişikliğe meydan vermeden, küçük dokunuşlarla yazıya aktardığım- kurgu bir röportajla anmak istedim.

İlk önce sanatınızdan başlayalım. Çok mütevazisiniz insan olarak da, bir sanatçı olarak da...Kendinizi  bir “edebiyatçı” “yazar” olarak değil de “yazıcı” olarak adlandırıyorsunuz. Hatta Adalı hemşerileriniz sizin çok büyük bir yazar olduğunuzu öğrendiklerinde hayretler içinde kalırlar.

Edebiyat benim için bir heves, bir arzudan çok bir iç ihtilalin fışkırması durumudur. Bu yüzden  “hikaye” değildir yazdıklarım, hikayeye benzer konuşmadır. Peki, o halde bu yazdıklarımı neden neşrettim diye sorarsanız... Hep beni seven, yazdıklarımı aşkla okuyan bir okuyucum varmış gibi gelir bana. İşte o yüzden yazı yazar insanoğlunun bazıları.

Halbuki yayıncısı Yaşar Nabi’ye göre onun başı çağdaşlarından bir mızrak başı yukarıdadır. Kimseyle kıyaslanamaz, kimseye benzemez, yerli yabancı hiçbir etki sezilmez yazılarında. Yazıları kadar kişiliği ile de eşsiz bir insandır.
Büyük hikayecinin felsefi konularda çok derin düşünceler içinde olduğunu düşünmez Yaşar Nabi, bu yüzden de Sait Faik’in hikayelerindeki o ruh ve mana derinliğinin nereden geldiğini birtürlü çözemez. “Ama böylesi istisnalara asırlarda bir rastlanır” diyerek onu edebiyat tarihimizde müstesna bir yere oturtur. Orhan Kemal ise şöyle yazar bir mektubunda: “Son kitabını okudum. Yalnız Sait’e has, Sait’ten başkasının elinde adileşecek bir tarz. Kim ne derse desin, sen nev-i şahsına münhasır büyük bir Türk hikayecisisin. İstanbul’u senin yazıların kadar hiçbir hikayecininki  taşımıyor.”
Nazım Hikmet ise ilk zamanlar Sait Faik’in hikayelerindeki tipleri toplumsal bağlamlarından kopuk olarak değerlendirip “İnsanı mücerret olarak ele aldığı için işin içinden çıkamıyor”dese de, daha sonraları “Ben Sait Faik’i çok severim. Büyük hikayeci büyük şairdir. Bazen bedbin, bazen ümitsizliğe kapılır. Fakat çok namuslu, memleketini çok seven insandır. Ümitsizliği çıkar yol görememesinden ileri geliyor. Halbuki çıkar yol var tabii. Velhasıl büyük bir hikayeci  büyük bir şair” diyerek hakkını teslim eder Sait Faik’in.

Hikayelerinize olan bu hayranlık ve talep karşısında, hayatınızı yazarak kazanmaya karar veriyorsunuz. Yani bir anlamda “yazar” oluyorsunuz. Pasaport için başvurduğunuzda, mesleğinizi sorduklarında verdiğiniz cevap devlet katında bir meslek olarak karşılık bulmuyor ve “işsiz” olarak kayda geçiyor. Böyle bir 1940’lar Türkiyesinde, ülkedeki sanat ve edebiyatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bir yazar olarak bir kitap okuyorsam istifadem için okuyorum demektir. Yani zevkim için okumuyorum. Yoksa Halit Ziya’yı da, Falih Rıfkı’yı da Yakup’u da Ömer Seyfettin’i de okuyup zevk duyuyorum. Fakat bana hiçbirşey vermiyorlar. O halde (edebi eserlerde) zevkten, histen başka bir şeyler arıyorum. Bunlar nedir? Fikir, ruh, psikoloji, felsefe velhasıl hayat problemidir. Okuduklarım bunlara cevap veriyorlar mı?  

Sanat bir araştırmadır. Yoksa bir hakikat, bir bulma, bir keşif değildir.
Hayatın sırrı diyelim. Erişilmez bir saadet diyelim. Bunu arayanlar maalesef bizde yok. İnkar edilemez acı bir hakikat varsa zevkimizle, hissimizle hareket etmemizdir. İnsanı, hayatı, hayat probleminin ne olduğunu düşünmeye bile cesaret edememişizdir.

Hikayelerinizde sınıfsal çelişkilerin vurgulanması çok net değil. Ama kendi sınıfınızla uzlaşmadığınızı da bütün yazılarınızda dile getiriyorsunuz.

O kadar pervasız, o kadar hür ve o kadar burjuva kayıtlarından sıyrılmış yaşamışımdır ki (o kalıp yargılara göre) “çirkin” gibi görünenin “güzel” olduğu birçok yerini bilirim. Mesela, emek verildiği, (emek karşılığında) hak edildiği zaman yemek yemek güzeldir. Bir işçinin yemek yiyişindeki güzelliği, o “hak edişin” yarattığı güzelliği paylaşmayı değme burjuva sofralarına değişmem.

Hikayelerinde çok açıktır bu hakedişin ve yalnızca hakettiği kadarını tüketmenin insana kattığı büyüklük: Papaz Aleksandros’un seksenlik balıkçı Antimos için söyledikleri bunu kanıtlar niteliktedir: “Kimseye fena muamele etmemiştir. Ömrünü balık ağları ile örmüştür. O, denizden yiyeceğini çıkarmıştır. İki gün balığa çıkmasa aç kalır, ama yetmiş senedir her gün balığa çıkar. Her gün tuttuğu balık, yarının ekmeğine yetişecek kadardır. O, öyle bir hazine bulmuştur ki, o defineden hergün aldığı şey, o kadardır. Bu kadar almak da kimsenin hakkını yememektir.”

İnsanları hem çok seviyorsunuz, hem de insanlarla ilişkilerinizde çok sorunlar yaşıyorsunuz...

Biz insanoğulları,  aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizde (elimize), böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yaparız. Şaşırır, katlanmaya çalışır önce... Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükununu kötüleyerek canından bezdiririz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp attığında, yani onu suyumuza alıştırdığımızda da bayram ederiz.


Haksızlıkların olmadığı bir dünya hayal eder. İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz edenlerin, diğer kimseleri istismar edenlerin hiç bulunmadığı bir dünya... Kafanın, kolun çalışabildiği zaman, insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya... İçinden iyi şeyler söylemeye selahiyetler kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu şeyleri söyleyebildiği bir dünya...

Buldunuz mu aradıklarınızı?

Maalesef. Bu koca şehir ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişmeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya mı?

Bu insanlık durumları, şiirlerinizde bir çığlık olup yükseliyor. En sevdiğim şiiriniz olan  Şimdi Sevişme Vakti’nden bir bölüm okur musunuz?

Şu oğlan çocuğuna bak
Fırça sallıyor
Kokmuş manifaturacının ayağına
Dörtyüzbin tekliğinden
On kuruş verecek.

Seni satmam çocuğum
Dörtyüzbin tekliğe.
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin.

Söylemeliyim
Yok
Yok... meydanlarda bağırmalıyım.
Bu küçük
Güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.

Şehir boğar; zaten hastadır. Bir yalnızlık duygusudur sarar içini. “Ben tek başıma, milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı”  sözleriyle anlatır içinde bulunduğu durumu.
Bir ada hayal eder...Orada, dört tarafı su ile çevrili yerde insanların sağlam dostluklar kurduğu, sağlam adalelilerin çelimsizlere yardım ettiği... Keskin zekalıların zekalarını daha yavaş olanlara dostça sunduğu... Çorbanın çorbasızlarla paylaşıldığı...
Şehirde kaybettiği her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, dostluğu, alın terini  ada insanları arasında yeniden bulmayı...
Yalnızca balığa çıkmayı hayal eder. Aklına ara sıra esen yazı yazma arzusunu, kendi deyimiyle “ kötü huyunu” muvaffakiyetler, şöhretler düşünmeden, kalemsiz kağıtsız dağlara fırlatıp.. yalnızca balığa çıkmayı hayal eder.

Düşlerinizi gerçekleştirebildiniz mi?

Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşıyordum.
Canım çekiyor diye denize giremezdim, karaciğerim hastaydı. Canım çekiyor diye güzel bir çocuğu öpemezdim. Aşklar bile yasaktı. İnsanlar birbirine yasaktı...
Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. YAZMASAM DELİ OLACAKTIM!